Dil diğer konuların aksine öğretilmesi gerekmeyen bir şeydir. Anneler çocuklarına ayakkabılarını bağlamayı veya “kim o?” demeden kapı açmamayı öğretebilir. Ama hiçbir anne “bak çocuğum, cümlenin öznesi ‘ben’ ise yüklemin sonuna ‘(u)m’ eklemelisin” türünden bir cümle kurmaz! Çocuk bunu duyarak öğrenmiştir zaten. Kuralı bilmeye ihtiyacı yoktur, düşüncesini iletebilmek için cümleyi kurmaya ihtiyacı vardır. İletişim kurabilmeye, dinlenmeye, anlaşılmaya ihtiyacı vardır. Ve bu durum da dili öğrenebilmek için gerekli motivasyon, istek ve ihtiyacı fazlasıyla sağlamaktadır.
Elbette bu durum Türkçe öğrenimi geçerlidir. Birçoğumuz İngilizceyi sınıfta, kitaplar ve öğretmenler yardımıyla öğrenmekteyiz. Türkçe öğrenmeyle İngilizce öğrenme arasındaki benzerlik ve farklılıklara bir göz atmak ne yapmamız gerektiğiyle ilgili bir fikir verebilir:
Elbette bu durum Türkçe öğrenimi geçerlidir. Birçoğumuz İngilizceyi sınıfta, kitaplar ve öğretmenler yardımıyla öğrenmekteyiz. Türkçe öğrenmeyle İngilizce öğrenme arasındaki benzerlik ve farklılıklara bir göz atmak ne yapmamız gerektiğiyle ilgili bir fikir verebilir:
Hedef sütununa baktığımızda her iki dilde de amacın iletişim olduğunu görüyoruz. Ne yazık ki çoğumuz iki dil hedeflerimizi “sınavı geçmek, okulu bitirmek, şu İngilizceden bir an önce kurtulmak vs” olarak algılamaktayız. Herhangi bir dil sınavından alacağınız bir puan üçüncü sütunda listelenmiş becerileri kullanarak İngilizce dilinde iletişim kurmanızı garanti etmez! Aynı şekilde bir kolejden veya İngilizce ile eğitim yapan bir üniversiteden mezun olmuş olmanız da yıllar sonra bir Japon iş adamıyla telefonda iş görüşmesi yapmaya yetecek İngilizce becerilerine sahip olacağınız anlamını taşımaz.
Bilgi sütununda her iki dil için de gereken bilginin doğasının aynı olduğu görülmektedir. Anadilde çocuklar bu bilgi onlara kitap, öğretmen, sınav üçlüsünden oluşan eğitim sistemiyle resmi sınıf ortamında verilmesinden çok öncesinde hedefleri olan iletişimi gerçekleştirebilmektedirler. Bir başka deyişle, “özne”, “zincirleme isim tamlaması”, “edilgen çatı” gibi teknik terimlere ihtiyaç duymadan dili büyük oranda doğru kullanabilmektedirler. Kısacası, anadilde “öğretilen bilgi”ye sahip olmadan da hedefimiz olan iletişimi gerçekleştirebilmekteyiz. İngilizceye geldiğimizde ise çoğumuz Türkçedekinden daha fazla teknik (öğretilmiş) bilgiye sahibizdir. “Passive voice”, “if clauses” veya “reported speech” konularını biliriz. Bir sürü de İngilizce kelime ezberlemişizdir. Ama nedense yukarıda adı geçen Japon’a telefonda “altı ay önce patronumuzun istediği gibi maliyet hesapları gönderilmiş olsaydı, bu ihaleye zamanında hazırlanabilirdik” diyemeyiz!
Bilgi sütununda her iki dil için de gereken bilginin doğasının aynı olduğu görülmektedir. Anadilde çocuklar bu bilgi onlara kitap, öğretmen, sınav üçlüsünden oluşan eğitim sistemiyle resmi sınıf ortamında verilmesinden çok öncesinde hedefleri olan iletişimi gerçekleştirebilmektedirler. Bir başka deyişle, “özne”, “zincirleme isim tamlaması”, “edilgen çatı” gibi teknik terimlere ihtiyaç duymadan dili büyük oranda doğru kullanabilmektedirler. Kısacası, anadilde “öğretilen bilgi”ye sahip olmadan da hedefimiz olan iletişimi gerçekleştirebilmekteyiz. İngilizceye geldiğimizde ise çoğumuz Türkçedekinden daha fazla teknik (öğretilmiş) bilgiye sahibizdir. “Passive voice”, “if clauses” veya “reported speech” konularını biliriz. Bir sürü de İngilizce kelime ezberlemişizdir. Ama nedense yukarıda adı geçen Japon’a telefonda “altı ay önce patronumuzun istediği gibi maliyet hesapları gönderilmiş olsaydı, bu ihaleye zamanında hazırlanabilirdik” diyemeyiz!
İngilizcenin gramerini bir gramer kitabı alıp günde altı saat kadar bir çalışma yaparak 10-15 günde öğrenebilirsiniz.
O gramer kalıplarını kullanarak yukarıda bahsettiğim Japon’la 10 dakikalık doğal ve önceden ezberlenmemiş bir telefon konuşması yapamazsınız. Hatta New York’ta bindiğiniz taksinin şoförüne “kardeş, sağda iki dakika duruver de büfeden bi selpak alıyım” ya da yabancı iş arkadaşınıza “Gazeteyi okudun mu? Çocuğu kaçıran adamlar 2 milyon dolar fidye istemiş” de diyemezsiniz. O çok iyi bildiğiniz(i sandığınız) gramer kalıplarını hatırlayıp kullanamadığınız gibi, bildiğiniz(i sandığınız) kelimeler de bir türlü aklınıza gelmez (“kidnapper” kelimesini okuyunca ya da duyunca hatırlarsınız ama iş bir cümleyi kurmaya gelince aklınızdan haince uçuverir!)
Beceri sütununda bir dili bildiğinizin göstergesi olan onu kullanabilme becerileri, edinilme sırasına göre listelenmektedir.
Ana dilde ilk başardığımız şey dinleyip anlamadır. Daha minicikken “hanimiş de anneannesinin bi tanecik kuzusu, yerim ben seni, yerim” cümlesinin içerdiği mesajı “bu iyi insan beni seviyor” diye anlar, “bari ben de onlara güleyim, belki gene cee yapar da neşemizi buluruz” şeklinde de tepki verebiliriz. Yaklaşık iki sene kadar çevredeki büyüklerin konuşmalarını duyar, dinler, müthiş bir zeka göstererek duyduklarımız arasındaki gramatik bağlantıyı kurar ve sonunda da konuşmaya başlarız – göz ardı edilebilecek kadar ufak ve süratle düzeltilen gramatik hatalar dışında dilbilgimiz sorunsuzdur. Okula başlama ile birlikte de duyduğumuz ve konuştuğumuz şeylerin nasıl yazıldığını öğrenir, başkalarının yazdığını okur ve biz de başkaları okusun diye yazı yazmaya başlarız.
İkinci dil (İngilizce) ise genellikle farklı bir beceri edinme sırası izler. Çoğumuz ilk İngilizce dersimizin tahtanın tümünü dolduracak kadar yazı ile başladığını anımsayacaktır. Öğretmenin tahtaya yazdıklarını ve ders kitabında yazılı olanları okuruz, öğretmenimizi ve (eğer varsa) CD’deki kayıtlı metinleri dinleriz, tabii bu arada öğretmenimizin istediği ve/veya kitapta yazılı şeyleri yüksek sesle tekrarlarız (ancak bunu gerçek “konuşma becerisi”yle karıştırmayalım – bakınız Japon’la konuşmalar!). Daha sonraki adım genellikle yazmadır – ki nadir durumlar dışında, gerçekten iletişim kurmak için yazmaktan ziyade öğrendiğimiz kalıpları bildiğimizi bir kez de yazılı olarak öğretmenimize gösterme amaçlıdır. İkinci dilde (sınıf ortamında) en son gelişen – hatta bence pek de gelişmeyen – beceri konuşmadır ki bu, iletişimin en eski ve geçerli becerisidir.
Süre sütununda ise anadilimizi öğrenirken harcadığımız sürenin, İngilizce öğrenmek için sahip olduğumuz süreden hatırı sayılır derecede uzun olduğunu görebiliriz. Anadilde duyduğunu anlama becerisi doğumu takip eden aylarda süratle gelişir. Üç yaşına doğru konuşarak iletişim kurma becerisini kazanırız. Okuma ve yazma becerileri ise genellikle resmî öğretimle (hangi kaynağa başvurduğunuza bağlı olarak) 6-15 yaş arasında olgunlaşır. Oysa genel olarak İngilizce öğrenimine ayrılan ortalama süre (İngilizce hazırlık sınıfları göz önünde bulundurulursa) 8-9 ay civarındadır. Peki bu şartlar altında İngilizceyi öğrenmek, kullanabilmek ve unutmamayı başarabilmek mümkün müdür? İyi haber, evet mümkündür. Nasıl mı? Öğrenmeyi öğrenmekle!
Ana dilde ilk başardığımız şey dinleyip anlamadır. Daha minicikken “hanimiş de anneannesinin bi tanecik kuzusu, yerim ben seni, yerim” cümlesinin içerdiği mesajı “bu iyi insan beni seviyor” diye anlar, “bari ben de onlara güleyim, belki gene cee yapar da neşemizi buluruz” şeklinde de tepki verebiliriz. Yaklaşık iki sene kadar çevredeki büyüklerin konuşmalarını duyar, dinler, müthiş bir zeka göstererek duyduklarımız arasındaki gramatik bağlantıyı kurar ve sonunda da konuşmaya başlarız – göz ardı edilebilecek kadar ufak ve süratle düzeltilen gramatik hatalar dışında dilbilgimiz sorunsuzdur. Okula başlama ile birlikte de duyduğumuz ve konuştuğumuz şeylerin nasıl yazıldığını öğrenir, başkalarının yazdığını okur ve biz de başkaları okusun diye yazı yazmaya başlarız.
İkinci dil (İngilizce) ise genellikle farklı bir beceri edinme sırası izler. Çoğumuz ilk İngilizce dersimizin tahtanın tümünü dolduracak kadar yazı ile başladığını anımsayacaktır. Öğretmenin tahtaya yazdıklarını ve ders kitabında yazılı olanları okuruz, öğretmenimizi ve (eğer varsa) CD’deki kayıtlı metinleri dinleriz, tabii bu arada öğretmenimizin istediği ve/veya kitapta yazılı şeyleri yüksek sesle tekrarlarız (ancak bunu gerçek “konuşma becerisi”yle karıştırmayalım – bakınız Japon’la konuşmalar!). Daha sonraki adım genellikle yazmadır – ki nadir durumlar dışında, gerçekten iletişim kurmak için yazmaktan ziyade öğrendiğimiz kalıpları bildiğimizi bir kez de yazılı olarak öğretmenimize gösterme amaçlıdır. İkinci dilde (sınıf ortamında) en son gelişen – hatta bence pek de gelişmeyen – beceri konuşmadır ki bu, iletişimin en eski ve geçerli becerisidir.
Süre sütununda ise anadilimizi öğrenirken harcadığımız sürenin, İngilizce öğrenmek için sahip olduğumuz süreden hatırı sayılır derecede uzun olduğunu görebiliriz. Anadilde duyduğunu anlama becerisi doğumu takip eden aylarda süratle gelişir. Üç yaşına doğru konuşarak iletişim kurma becerisini kazanırız. Okuma ve yazma becerileri ise genellikle resmî öğretimle (hangi kaynağa başvurduğunuza bağlı olarak) 6-15 yaş arasında olgunlaşır. Oysa genel olarak İngilizce öğrenimine ayrılan ortalama süre (İngilizce hazırlık sınıfları göz önünde bulundurulursa) 8-9 ay civarındadır. Peki bu şartlar altında İngilizceyi öğrenmek, kullanabilmek ve unutmamayı başarabilmek mümkün müdür? İyi haber, evet mümkündür. Nasıl mı? Öğrenmeyi öğrenmekle!
Tuba Karataylı Zehir. "İngilizce (kullana)Bilmek?", s. 15-20. Blackswan Publishing House, 2011